31 Ocak 2015 Cumartesi

SAHİ, NEREDE KALMIŞTIK..?




Güneşi iğnelesek gökyüzüne tam kaybolacakken ufukta

 hep orada kalsa aynı renk cümbüşüyle


yıldızları rüyalarımıza alıp, ayı bir ağaç dalına assak

hiç kararmasa gecelerimiz

akreple yelkovanın kollarını bağlasak birbirine


kımıldamasalar bir daha


takvimleri yırtıp,

durdursak zamanı, o en mutlu olduğumuz anda...


ve yeniden başlasak... yeni baştan...

sahi...


nerede kalmıştık..?



n y tartaç

26 Ocak 2015 Pazartesi

KAYBOLSAM





                                         ( Foto internetten )

Hiç görmediğim bir şehrin, 

hiç bilmediğim sokaklarında gezsem.

Umarsızca girdiğim çıkmaz sokaktan umuda çıksam ansızın. 

Köşeyi dönerken, köşebaşında bırakıversem gölgemi.

ve

kaybetsem,

gölgemin peşine takılıp giden kendimi

n y tartaç

24 Ocak 2015 Cumartesi

KEŞKE ONLARIN DA ZAYIF OLSAYDI KARNELERİNDE



Karne günüydü ya dün. Dikkatimi çekti çöpü didikleyen küçük.

Benim hep dikkatimi çeker sokaktaki çocuklar zaten. Elimden onlar için birşey yapmak gelmez ama. Hepimiz gibi...

"Okula gidiyor musun?" dedim

"yoo!"  dedi. Anlamsız, saçma sapan, salakça bir soru sormuşum, sanki sorduğum sorunun cevabını bilmemekle ayıp etmişim gibi...

"Ama..." dedim, "okula gitmen gerekmez mi?"  Dünyanın en saf yaratığına bakarmış gibi çipil çipil mavi gözlerini dikti yüzüme. Alnına yapışmış saçlarını kirli elleriyle itekledi arkaya doğru. Kirden kalıplaşmış, sert saçlar ısrarla yine yüzüne düştü. Saçlarının arasından gözlerini kırpıştırarak, birkaç saniye sessizce bakmaya devam etti yüzüme. Sonra yere indirdi bakışlarını. Bir ayağını, 'olmayan' birşeyi eziyormuş gibi sağa sola oynatarak asfalta bastırdı güçlüce. Başını kaldırmadan;

"Ben istiyom da..." dedi, "Bu işleri kim yapacak?"

"Baban yapar, sen okula gitmelisin. Di mi?"

"Babam da yapıyo teyze... Annem de... " 

Kaldırıma oturmuş kucağındaki bebesinin ağzına birşeyler tıkıştırmaya çalışan genç kadını gösterdi işaret parmağını uzatarak.

Kadın da görmüştü konuştuğumuzu. Kızmış olmalı,

"Gel lan buraya! " diye bağırdı uzaktan. 

Çocuk kısa bir süre, birşey söylemek ister gibi baktı yüzüme. Sonra hızla uzaklaştı yanımdan...

Birşey... çok şey söylemek istedi o gözler.

Söylemek istediklerinin ana fikri: Bu toplum, bu ülke, bu devlet ve şartlar, bana sunulan imkanlar;

 okula gitmek için şans tanıdı da ben mi gitmedim?

 Bırakın okula gitmeyi, çocukluğumu yaşayabildim mi? 

Herşeyi bırakın, insanca yaşama hakkım var mı ki benim..? 

Demek istemişti sanırım, o birkaç saniyelik bakışla ...



22 Ocak 2015 Perşembe

YURDUM İNSANI


yurdum insanı

bankada


- yaş kaç, yaş? 


diye sordu yaşlı amca, yanında oturan diğer yaşlı amcaya. 


Diğer amca oralı değil. Elindeki evrakı inceliyor.


Anladı kulağının ağır işittiğini ama ısrarlı, öğrenecek yanındakinin yaşını. Ne işine yarayacaksa..?. Ağzını diğer amcanın kulağına dayadı ve sadece O değil, bankadaki herkesin duyacağı bir ses tonuyla sordu inatla; 


- yaş gaç, yaş ?


-76 ... dedi diğer amca.


- İyi iyi ossun...


 dedi, başını sallayarak ve sanki yaşının 76 olmasında amcanın bir hatası varmış, olmaması gereken bir şeymiş  ama yine de 76 olma gafletinde bulunmuş gibi.


- Senin yaş kaç?


- 84, üzerine afiyet


Ay! hakikaten üzerimize afiyet yani... Mert ve ben, ağzımız bir karış açık 84 lük amcanın yüzüne odakladık şaşkın bakışlarımızı. O ne cilt öyle Yarabbim..? Kırışıklık, esneme, sarkma gibi küçücük de olsa bir deformasyon yok amcanın yüzünde. Sanki botoks yaptırıp gelmiş bankaya. Ya o al al yanaklar... Kıskandık valla. :)


- Maşallah, maşallah dedi diğer amca.


Sonra bizim 84 lük amca büyük bir merakla diğer amcanın kucağındaki kağıtlara kafayı gömüp incelemeye başladı uzun uzun. Bir kağıtlara bakıyordu, bir, başını kaldırıp amcanın yüzüne bakıyordu müthiş bir ilgiyle


- Bunlar ne ki..? dedi


Diğer amca ağır işitiyor ya;


 - yok yok, oğlumun... dedi


- Ossun ossun, o da iyi... dedi amca.


- "İyi olmaz mı, iyi tabii..." der gibi kafasını sallayarak onayladı diğer amca, söyleneni duymuş gibi yaparak. 


- Nerelisin ? diye sordu bu kez. Yine amcanın kulağına ağzını yapıştırarak .


- Kayseri...


Bu cevap amcanın çok hoşuna gitti. Diğer amca ne kadarını duydu bilinmez ama bankadakilerin rahatça duyduğu bir sesle dini bir sohbete başladı.


Ve sonunda,

- Peygamber Efendimiz'in Anadolu'da ilk geldiği şehir Kayseri'dir.


diye bağladı sohbeti... :)


Diğer amca iyi işitemediği için olmalı, çok da ilgisini çekmedi 


bizim amcanın sohbeti.


Bankada bizim işimiz bitmek üzereyken, amca başka bir hedefe 


kilitlenmiş, onun şeceresini deşelemekle meşguldü.


Biz kapıdan çıkarken O;


- Oh oh!  Gırıgale'de iyi... ossun. Orada bizim bi memleketimiz...


diyordu...




19 Ocak 2015 Pazartesi

GÜCÜNÜ ACILARDAN MI ALIR İNSANOĞLU..?




Acıdan, üzüntüden besleniyor sanırım insan ruhu. Keyif alıyor kederden... Mutluluktan olduğu kadar...

İki arkadaş karşılıklı oturmuş sohbet ettiğinizi farzedin. Mutluluklarınızı da anlatırsınız tabii ama birlikte olduğunuz zamanın büyük bölümünde sizi inciten, sizde derin yaralar açmış anılardan söz edersiniz daha çok. Hatta bakın şöyle gelişir sohbetiniz büyük ihtimalle.


Siz başlarsınız, geçmişte yaşadığınız, hala unutamadığınız ve inceden hala kanatmakta olan anınızı anlatmaya. Gözleriniz buğulanmış, karşınızdaki arkadaştan kayıp, uzata bir yerlere kilitlenmiştir. Hafif transa geçmiş haldesinizdir... Siz tatlı tatlı (!) anlatırken en kötü ve etkisinden hala sıyrılamadığınız anınızı, sözünüzün sonunu getirmenize fırsat bırakmaz karşınızda oturan arkadaş. O çoktan kendi geçmiş yaralı anısına dalmıştır. "Ahh ah! ben neler yaşadım bir bilsen" diye başlar anlatmaya. Sizi dinlememiş ama anlattıklarınızdan feyz alarak kendi anısına dalmanın bir açık noktasını bulmuştur. Gözleri nemli nemli başlar anlatmaya. Çayından bir yudum almayı, kekin lezzetinden bahsetmeyi ihmal etmeden. Onun acısı sizinkini dövmüştür. :)


Kendi gerçeğimizdeki kötü yaşanmışlıklar ve yaşanmakta olanlar azmış gibi bir de dizilerimiz vardır acı mı acı sosa bulanmış. Unuturuz dizi izlerken... Unuturuz kırık, buruk, acı dolu, kederle harmanlanmış, zor hayatımızı. Ve ahh! ne çok üzülürüz o dizilerde yaşayanların(!)mutsuzluklarına, haksızlığa uğramışlıklarına. Bilirler ruhumuzun hüzne ne kadar aç olduğunu.(!) O nedenle; entrika, suç, keder, gözyaşı fışkıran, kimin eli kimin cebinde olduğu belli olmayan dizilerle bağlarlar, başka hiçbir eğlencesi olmayan halkı ekran başına. Eğlencemiz kederdir bizim. 


 Kendi üzüntümüz gibi benimser, sahipleniriz dizilerdeki başrol oyuncusu saf ve salaklık derecesinde iyi kalpli kızın başına gelenleri. O kadar üzülürüz ki, ertesi haftayı iple çekeriz biraz daha üzülmek için...


Sahi söylemeden geçemeyeceğim; o dizilerde kadınlar niye , yelpaze gibi takma kirpikler ve yüzlerinde bir karış boyayla ve hep yirmi santim ince topuklu ayakkabılar, apoletli, pırıltılı, yaldızlı, janjanlı, bırak içinde rahat etmeyi, sağdan sola dönmek mümkün olmayacak kıyafetlerle dolanır dururlar evlerinin içinde, yatak odasında bile. İzleyen herkesin aptal olduğunu mu düşünürler acaba? Ya da izleyenler rüya gibi bir dünyanın hayaliyle ağızları bir karış açık ekrana bakarken, aslında derin bir rüyaya uyutulduklarını fark etmesinler diye midir; her akşam, bu kadar gösterişli hayatları, sofrasında ekmeğine katık bulamayanlara sunmak..?


Bir de şunu söylemeden edemeyeceğim; son zamanlardaki dizilerde birşey dikkatimi çekmeye başladı. Manken gibi (büyük ihtimalle mankenler zaten) kızlar hep kötü, karaktersiz, acımasız rollerde. Ve neredeyse sünepe diyebileceğim, çocuksu, ezik, sönük, vur kafasına al ekmeğini tipler esas kız :) rolündeler. Ve bu kızları seven, onun için olmadık çileye katlanan esas oğlanlarsa :) yaşını başını almış, makam sahibi, paralı pullu olgun erkekler oluyor. Neden kii..?Toplumu usul usul, sindire sindire birşeylere mi hazırlıyorlar acep diziler aracılığı ile :p)  İyice paranoyak oldum galiba, komplo teorileri üretip duruyorum :) ;)


Ya şarkılarımız... "acıdan geçmeyen şarkılar biraz eksiktir" bizde. Şarkı dinlerken derin hülyalarla gözlerimiz ufka dalmalı, şarkının sözleri içimizi iyice yakmalı ve hatta hüngür şakırt ağlatmalı ki,  keyif alalım, mest olalım dinlerken. Kederin dibine vurmak gerek sözlü sazlı toplantılarda da. En sevilen şarkılarımız aşk ve ayrılık acısı anlatır. Bir de ölümü anlatan şarkıları severiz... Makber gibi. (ben de çok severim :)) 


 Bir arabesk şarkıcımızın konserinde birbirini ezip yaralayan ve  ( damar ) şarkıların etkisiyle kendini jiletle doğrayan insanlarımız var bizim...


Türkülerimizi hiç saymıyorum bile. Acı, keder ve hüzün içermeyen türkülerimiz yok denecek kadar azdır.


Edebiyat da acıdan beslenir büyük çoğunlukla. Aşk, ayrılık, yoksulluk, cinayet içeren roman ya da şiirlerin yanında komedi türlerinin azlığı göstermektedir bunu.


O halde insan ruhu mutluluk kadar kederi de mi yaşamayı seviyor..? 


Böylece; kırılgan, naif insan kalbinin, acılara dayanma, direnme gücü artıyor mu acaba ..?


17 Ocak 2015 Cumartesi

DOST ACI SÖYLER



Bazen kırılırsın

ve kırmadan anlatamazsın duygularını. 

Kalbinin üstüne basarsın dostunun bazen... Bilerek...istemesen de...

Anlayışlı, cana yakın, gülümseyen bir yüz yerine

"Dost acı söyler" bazen...

Dost kalmaya devam edebilmek adına ...

15 Ocak 2015 Perşembe

MASAL




Bir varmış bir yokmuş hayat,

Az gittim uz gittim bir arpa boyu yol gittim derken,

bir de bakmış, bir ömrü ardında bırakmış.

Bu yolda,

ayaklarına diken batmış...

kalbi kanamış...

Hüzünlerini ta! derinlerde bir yerlerde yaşarmış...

Hiç sevmediğinden kederin gözyaşlarının tuzunu,

Gülüşünde saklarmış acılarını.

Hayalleri olmuş yıldızlar kadar.

Sonunda iyilerin kazandığı masallara inanmış...

Yanılmış

aldanmış

ama yılmamış...

Küçük mutluluklarından konfetiler yapıp gökyüzüne saçmış.

Bir mavisi varken,

ala yeşile mora boyanmış gök sevinçten.

hep;

bir yanı sarp kayalıklar

diğer yanı sonsuz yeşil yaylalar olmuş.

Ortada bir küçük kuşmuş O...

Ne yana uçmaya kalksa,

diğer yana bağlı kalmış kanadı.

Yıllar yılları kovalamış...

Büyümüş... büyümüş...

Sonunda,

çakıl taşlarından pırlantalar yapmayı öğrenmiş...


               nurten y tartaç

12 Ocak 2015 Pazartesi

BAŞKA BİR HAYATA AÇSAYDIM GÖZLERİMİ...



Bir şans daha dilesem... yeniden başlamak için bir şans daha...

Gerçekleşmesi mümkün mü bilmem. Belki reenkarnasyonla... O da gerçekten varsa... Gerçi o durumda da, bu - geçmiş - yaşantımdan haberim olmayacağından, ne kadar değerlendirebilirdim bana verilen bu ikinci şansı bilinmez ya. 


Yeni bir yaşa ayak basmak üzereyken, bir başka hayatta ve tamamen farklı bir ortamda dünyaya gözlerimi açsaydım nasıl olurdu acaba diye düşündüm.  Ama yeni hayatımda bazı şeyler eski yaşantımla o ya da bu biçimde ilintili olmalı ki, elimdekilerin değerini bilerek kazanca dönüştürebileyim. Bu hayatımda avucumun içinden kaçırdığım bazı şansları ikinci hayatımda değerlendirmiş olayım.


 Mesela yanlış zamanlama yüzünden kazandığım halde müracaat tarihini kaçırdığım o çok istediğim işi yapıyor, ya da seçkin bir çevrede, kariyerli, kolay ve rahat bir hayat yaşıyor olsaydım. 

Başka bir aile, başka evlilik, başka çocuklar, başka ve şahane bir ev falan olsa işte... (sadece çocuklarımın varlığı bile bana bağışlanmış en güzel hayatın yaşadığım bu hayat olduğunu düşündürüyor.)Ama ben yine ben olsam. Duygularım, beklentilerim, hayata karşı duruşum, karakter ve kişiliğimle tıpatıp şimdiki ben olsam. Daha mı mutlu olurdum? Ya da daha mutsuz..? Kimbilir..? 


İş edindim düşündüm sahiden de bunun üstüne. Sanırım değişen çok birşey olmazdı. Aynı kalp ve aynı beyni taşıyor olacaktım içimde çünkü. Olaylara ve yaşama bakış açım da aynı olacaktı. 


Bir de bunun başka bir yüzü var, aman aman başka bir hayat da, ikinci bir şans da  istemem eksik olsun dedirtecek. Şimdikinden daha zor şartlarda  gelmek de var tabii bu dünyaya. İşte o zaman didin, debelen dur bakalım yaşamak, ayakta kalabilmek için. Aa bir de; kedi köpek karınca fare b.k böceği falan olarak da gelinebiliyordur belki ikinci kez hayata. 


Anlayacağınız daha iyiyi beklerken batağa saplanmak da var işin ucunda.  Demek oluyor ki, en güzel an yaşanan şu anmış, hep söylendiği gibi. Anı en güzel biçimde değerlendirmek, sunulanlarla yetinmeyi bilmektir belki gerçekten de mutluluk.


Artık yaşımı insafsızca haykıran kocaman rakamlara inat; bundan böyle bana yeni bir yaşam hediye edildiğini farzedeceğim. Her günün her anın değerini hakettiğince vererek, nereye kadar giderse oraya kadar keyifle yürüyeceğim, gücümün yettiğince... 


n y tartaç




  

7 Ocak 2015 Çarşamba

ALO KAYSERİİ! ÇIK ARADAN ...




Teknolojinin gelişme hızı başımı döndürüyor.

Daha dün değil miydi şehirlerarası telefon konuşması yapmak için saatlerce beklediğimiz..?

 (Ooo ! Dün dedim ama hesap ettim de, 40 yıldan fazla zaman geçmiş  😁 Hayret o kadar olmuş mu..? Oysa dün gibi sahiden de. ;) )


Bekleyip bekleyip de uykumuz gelip yattıktan sonra mesela gece saat üç de zır zır öten telefon sesiyle yataktan fırladığımız zamanlar...


Telefonun öteki ucundaki ses;


- Alo Kayseri bekliyor musunuz efendim..?


- Bekliyordum da bağlanmaz artık diye iptal ettirmiştim hanımefendi.


- Kayseri numaranız hazır. Konuşun lütfen.


- Aman hanımefendi bağlamayın lütfen. Yaşlılar, bu saatte uyanmasınlar...


demenize kalmaz, cazur cuzur kanal sesleri arasından seslenirdi, mesela yaşlı anneniz - babanız telaşlı, nefes nefese aynı zamanda da uzun süredir duyamadığı sesinizi duymanın heyecanıyla. Araya başka konuşmaların karışması ve kanalın o kendine has, kuş cıvıltılarını (!) andıran cızırtıları arasında ne kadar duyuyorsa sizin sesinizi artık. Sizse mutlusunuzdur yine de çünkü kaç gündür bu görüşmeyi yapmak için bekliyor ama bir türlü gerçekleştiremiyorsunuzdur. Kanal arızalı, kesintili ya da çok yoğundur hep. Bu nedenle şehirlerarası memuresiyle aranızda şöyle bir konuşma geçmiş olması olasıdır. 


- Beyefendi sabah yıldırım bir İstanbul istemişsiniz ama kanallar arızalı olduğu için bağlayamıyoruz, iptal ediyorum. İsterseniz daha sonra tekrar yazdırabilirsiniz.

 ( yazdırmak mı ne demekti? Konuşmak istediğiniz şehir, konuşmak istediğiniz yakınınızın telefonu ve sizin telefonunuzun kaydedilmesi ve sıraya konulması.) Bunun için 03 Şehirlerarası servisini aramanız gerekirdi. 

ve;


- Buyrun şehirlerarası, ben (mesela) 123 derdi, o yumuşacık ama mekanik ses. (Her memurenin bir numarası olurdu, okulda olduğu gibi ve aboneyle görüşürken numarasını bildirmek zorundaydı. Numarayı söyememenin cezası vardı.)


- Bir Adana yazdırmak istiyorum hanımefendi. Acele olsun. (Normal, acele ve yıldırım olmasını isteyebilirlerdi aboneler. Ücretlendirme ona göre yapılırdı. Eğer yıldırım konuşma isteği fazlaysa, normal konuşma isteyenlerin o konuşmayı gün içinde gerçekleştirmeleri çok zor, hatta imkansız gibi bir şeydi. )


-Adana acele  konuşuyor çok beklersiniz efendim.


-Öyle mi? Peki acele olsun o halde. Ne kadar beklerim?


-Takriben 2-3 saat...

 Demişse eğer memure taa sabahtan, bu, muhtemelen telefonun başında akşama kadar bekleyeceksiniz demekti. 

Şehir merkezlerine ulaşıp aboneyi istediği telofon numarasıyla buluşturmak bir derece kolaydı da, ilçelere, köylere ulaşmak eni konu uğraş isterdi... 


-Mersinn alocumm...


Gürültülü kanalda çağrıya ses veren, kesik kesik derinden bir ses duyulur,


- Ankara kulağımı patlattın, söyle arkadaşım.

 (Zaten cızırtılı kanallarda karşı merkeze sinyal göndermek rahatsız edici olabiliyordu tabii.)

Ayrıca kanallarda;

 Ankaraa çık aradan. 

Mersinnn!!! Bir Silifke bağlar mısın?

Bana bir hat versene...

 Alocuum, yarım saattir bekliyorum, uyudun mu? 


gibi diyaloglar yaşanabilirdi.

Evinde telefon olmayanların (Ki bir çok evde yoktu.) başka şehirlerdeki yakınlarıyla telefonla konuşması ise daha zordu. PTT merkezine gider saatlerce ayakta beklerlerdi telefonun bağlanması için.

09 Beklemesin Servis açıldığında çağ atladık sanmıştık. Dile kolay (mesela) İstanbul'la konuşmak istiyordunuz, kendi telefon numaranızı, görüşmek istediğiniz İstanbul numarasını veriyordunuz santral memuresine;


- Bir dakida efendim. diyordu ve siz daha telefonda beklerken


 bağlayıveriyordu görüşmek istediğiniz kişinin telefonunu. Mucize gibi... 


Şimdi kulağımıza yapışık gezdiğimiz akıllı mı akıllı telefonlarımızla; yatarken, otururken, evde, işte, okulda, yolda, durakta hatta yemek yerken bile sürekli konuşuyoruz, bu kadar çok konuşurken aynı derecede yalnızlaştığımızı fark etmeden. Yanı başımızdakini görmüyor, selam vermiyor, yakınlarımızla karşılıklı oturup sohbet etmiyoruz...

nurten y tartaç 


(Bir sonraki yazımda, 01 Bilinmeyen Numaralar Servisi'nin (118) kardekslerden bilgisayarlı sisteme geçişini anlatmak istiyorum.) 









2 Ocak 2015 Cuma

YENİ YILINIZ KUTLU OLSUN

Arayan soran, mesaj bırakan bırakmayan, blogumu takip eden etmeyen tüm dostlarım...

Bu yıl; en sağlıklı, en başarılı, en şanslı, sevgiyi, aşkı mutluluğu doruklarda yaşayacağınız en güzel yılların başlangıcı olsun :)