27 Haziran 2010 Pazar

YAĞMUR



Yine gök karardı. Uzaklardan gök gürültüsü sesleri gelmeye başladı ve nihayet şimşekler eşliğinde yağmur yağmaya başladı. Gök delinmişçesine…

“Sıktı artık” diye oflayıp pufladım. O yağdı ben söylendim durdum kendi kendime…

Yağmur sonrası, ıslak toprak kokusunu çektim içime derin derin. Islak toprak kokusuna karışık, hangi bitkiden geldiğinin ayrımına varamadığım, kekremsi, buruk beni mest eden o ot kokusunu…

Önce ciğerlerimde dolaştırdım… ve beynimin her hücresinde… İçime hayatı aldım bir nefeste… Mis gibi.

Yavaş yavaş verdim nefesimi… Beraberinde içimde biriken tüm olumsuzlukları.

Attım kendimi dışarı. Yürüyüş yolunun ortasındaki alanda otlar, dikenler yeniden canlanmışlar. Çiçekler açmışlar hatta yeniden.. Sarı sarı minicik çiçekler… “Yağmur” dedim, kendi kendime. “Hayat vermiş sararan otlara da yeniden”

Yeniden hayat bulmak ne güzel…

Karar verdim kızmayacağım;

Mert; okuluna devam etmeye karar vermiş, kaybettiği zamanı kazanmak, iki dersini vermek için yaz okuluna kaydolmuş ve pazartesi ilk derse başlayacakken, hafta sonu, İstanbul rock kenserine kombine davetiye geldiği için koşa koşa İstanbul’a gitti diye kızmayacağım.

Geçen sene konser vermek için Ukrayna’ya gitmiş, yaz okuluna devam edememişti. Ya şimdi de, müzik hayatı derslerine engel olursa..? diye de, endişelenmeyeceğim (?)…


Taşan barajlar oluşan seller nedeniyle canlar yanmadan, yağan yağmurun keyfini çıkarabilmek güzel…

Ama güzel de olsan, yağma artık yağmur...

23 Haziran 2010 Çarşamba

KUMDAN KALE











Kumdan kaleler yapıyordu çocuk

Kumdan kaleler

Bir yapıyor bir bozuyordu

 Minicik yumuk yumuk elleriyle

 Ağlıyordu

 Olmuyordu olmuyordu işte

Kadın geldi yanına çocuğun

 Önce gözyaşlarını sildi

Sonra kumdan kaleler yaptı

Çığlıklar attı çocuk

 Neşeli çığlıklar.

El çırparak seke seke döndü kalelerinin etrafında

İnletti kumsalı kahkahaları

Koca bir dalga geldi sonra

Koca bir dalga

Yerle bir etti kumdan kaleleri

Ağlıyordu çocuk

 Avazı çıktığı kadar ağlıyordu

Yumuk yumuk ayaklarıyla tekmeler savurdu

 Yeni gelen dalgaya

Sonraki dalgaya ve daha sonrakilere

Taa ki yorulana kadar

Sonra uzandı kumlara

 Sarıldı minik kovasına yumdu gözlerini

Kadın kucakladı kumsalda uyuyakalan çocuğu

 Çocuk gülüyordu

Sanki kapısından içeri girmiş kumdan kalenin. 

Çıkmış kuleye, minicik bayrağını dikmişti burca

Gülüyordu kumdan kalesinde zaferle...


    nurten y tartaç




19 Haziran 2010 Cumartesi

HASAN ÖĞRETMEN ( 5. Bölüm )

Öğretmenlikti mesleği Hasan’ın. Bilgi aktarmaktı görevi küçücük taze aç beyinlere. Çocukları eğitip - öğretmekle iş bitmiyordu ama. Köylü yoksul, cahildi. Cehalet ise, tüm kötülüklerin kaynağıydı. Hasan, her gördüğü yanlışı düzeltmeyi görev edindi kendisine. Mesleğinin yanı sıra yapısı gereği. Yanı başında her konuda destekçisi sevgili eşi vardı. Yeri geldiğinde yol gösteren, yeri geldiğinde öfkesini yatıştıran…

Doğruyu göstermek isterken O kötü ilan edildi zaman zaman…

Bir kız kaçırma olayı olmuştu çalıştığı köylerden birinde. Gençler onun evine sığınmışlardı, ailelerini yumuşatsın diye. Ara buluculuk yapmak için kahveye çağırdı iki aileyi. Konuştu uzun uzun “Genç bunlar, sevmişler birbirlerini. Yuva kurmak istiyorlar, bunda ne kötülük var?” dediyse de dinletemedi kızın babasına. Sonunda, tüm olayın sorumlusu O oldu. Evi kurşunlandı bir gece yarısı. Beşikteki bebeğinin üstü cam kırıklarıyla dolmuş, bebek ölümden mucize eseri kurtulmuştu.

Bazen de yücelttiler gözlerinde. Ne söylese, ne yapsa doğru kabul ettiler, minnet duydular.
Bir keresinde; yaşlı bir köylü kadının öğrenme azmiyle yanıp tutuşarak “oğul ha ne var bana da öğretivirsen bu okumayı...” demesi üzerine, okuma yazma öğrenmek isteyen diğer köylüleri de topladı okulda ve karşılıksız, kendi başına, okuma-yazma seferberliği başlattı. Taa 1950 li yıllarda.

***

Karı-koca; kimi zaman, mutluluklarına bir salkım üzümle, yarım ekmeği meze ettiler... Çok zaman sırt sırta vererek zorluklara, çaresizliğe, haksızlığa karşı durdular… Bir ömür geçirdiler birlikte, bir anlık mutluluğa yıllarını feda ederek…

***


Kalp hastasıydı artık Hasan Öğretmen. İki kez kalp krizi geçirmişti ve tam on ay sonrasına anjio yapmak için gün vermişlerdi. Tam on ay sonrasına…. Cinayet gibi… Şunun şurasında ne kalmıştı ki..? Dört ay sonra anjio olacaktı. Dayanamadı, bekleyemedi, yenildi yorgun kalbi. Hayat çok acımasız davranmış çok yıpratmıştı onu. Oysa daha 57 yaşındaydı veda ettiğinde sevgili eşine, çocuklarına.

Çok iyi görünüyordu son aylarda. Hiçbir rahatsızlığı yok gibiydi. Bir gün önce yemek hazırlayıp çay demlemişti Halime’ye. “Sen gripsin, yorulma ben yaparım” diye. Sonra her zaman itinayla istiflediği dosyaları çıkarıp, neyin nerede olduğunu göstermiş, O’ na bir şey olursa ne yapması gerektiğini anlatmıştı uzun uzun. “Sakın panik yapma” demişti…“Bir de,” demişti, “bir de, beni köye defnedin” ( ilk öğretmenlik yaptığı o köy) Kızmıştı Halime “Nereden çıktı şimdi bu konuşma..?” diye. O gece sabaha karşı sessizce, sakince ayrıldı bu dünyadan… Sert, fırtınalı bir yaşamdan sonra…

Öğretmenliğe başladığı ilk yıl okuttuğu, çeşitli meslek ve mevkiye gelmiş öğrencileri, O’ nu elleri üstünde ebedi mekanına taşıdılar. 1952 yılında gencecik, idealist bir öğretmen olarak geldiği, şimdilerde artık şehrin bir mahallesi olan o köyde, 1988 yılından beri sonsuz ve huzurlu uykusunda Hasan Öğretmen...


***


Babamdı Hasan Öğretmen. Canım Babam “Size servet, şan, şöhret bırakamadım. Ama eğilmeyen, bükülmeyen, her zorluğa dimdik karşı koyan, haksızlıklar karşısında susmayan, onurlu evlatlar bırakıyorum ardımda. Ben size parayla satın alınamaz bir hazine bırakıyorum aslında…” Ne demek istediğini anlamadığımızda, “ "yıllar sonra... anlayacaksınız..." diyen Babam...


Her sözünün, her öğüdünün hazineler değerinde olduğunu ancak şimdi anlayabildiğim babam…


Lisede hem okul müdürümüz ve hem de çok şey borçlu olduğumu düşündüğüm değerli edebiyat öğretmenim Necmettin Karagülle’nin, O’ nun da, öğretmen okulundayken edebiyat öğretmeni olduğunu ve okulumuza haftanın birkaç günü gelip müdürümüzle sohbet ettiğini kendimizde bir ayrıcalık hissetmeyelim diye, biz okulu bitirdikten sonra söyleyen Babam.


O’nun sınıfında okuduğum bir sene, konuyu anlattığım halde,  çalışmayan diğer arkadaşlarımla birlikte cetvelle benim elime de vuran, evde ben ağlayınca Anneme; "diğer öğrencilerimden ayrı tutamazdım. Ama çok şaşırdım, müthiş bir anlatım yeteneği var. " diyen Babam.


Tayin olduğunda bütün sınıfın, tüm ısrarına rağmen peşini bırakmayıp eve kadar ağlayarak takip ettiği ve bunu ömrü boyunca her hatırladığında gözyaşı döken Babam...


Emekli olduktan sonra, her okul önünden geçişinde, öğrenci gördüğünde ve her istiklal marşı dinlediğinde gözleri dolan Babam…


Yarım asır sonra bile, “Aa sen Hasan Öğretmenin kızı mısın, nasıl unuturuz O’nu..?” dedikleri Babam…


Her gittiğimde; dağında, yaylasında, havasında buram buram O'nun kokusunu duyduğum, memleket hasretiyle yaşayıp, memleketine hasret ölen babam…


Nurlarda yat canım babacığım… Aradan uzun yıllar geçti ama her geçen yıl, seni daha iyi anlıyor, daha çok özlüyorum …

n y tartaç

***

Canım eşim Merih’in ve tüm baba ya da baba adayı olan arkadaşlarımın babalar günü kutlu olsun…


YİNE AĞLADI ANALAR :((((((

Hakkari, Şemdinli'de

Bir askeri karakola saldırı sonucunda 8 askerimizi ve aynı yerde pkk nın döşediği mayına basan 2 askerimizi şehit verdik.

10 şehit verdik.

10 ana kuzusu, 10 fidan...

10 ocağa ateş düştü bugün.

16 askerimiz yaralı...

Nefret doluyum kızgınım... Söylenecek çok ama çok şey var. Sayfalar dolusu yazı yazılabilir bu nefreti kusmak için.

Ama zaten çok şey yazıldı, her şehit haberinden sonra... Çok konuşuldu... Saatlerce ekrandan avaz avaz bağırdılar.

Kanı yerde kalmayacak.

Bununla bir yere varamayacaklar.

Bir de;

Şehitler ölmez, vatan bölünmez...

daha ne lanetler okuduk her acı haberin arkasından...

Sonuç;

Yine ölüyor 20 yaşındaki fidanlar

umutları

sevdaları

hayalleri ölüyor beraberinde.

Anası mı? o ağlıyor sanıyoruz ya, O aslında oğluyla gömülüyor. Biz yalnızca göz yaşlarını görüyoruz...

Açıldık kapandık, açıldık kapandık.

Haburda, bir çiçekler sunarak alkışlarla karşıladık.
bir, tutukladık...

Karar veremedik...

Biz ne yapsak diye düşünürken fidanlar devrildi teker teker...

Nefret doluyum evet... Ama kürt kardeşime'mi.. ? Hayır asla...


BAŞIMIZ SAĞOLSUN...


diyeceğiz yine... başka birşey gelmiyor elimizden !!!





18 Haziran 2010 Cuma

Trendy Blog Ödülü




Yaşasınn !!! Artık benim de uluslararası bir ödülüm var.


Sevgili blog arkadaşım Jivago Beni Trendy Blog Award ile ödüllendirmiş. Ödülümü mutlulukla alıyor ve çok teşekkür ediyorum. Ödülün yaratıcısı The Trendy Treehouse ‘a da uluslararası ödülü için ayrıca teşekkürler.



Trendy Blog Ödülü'nün yerine getirilmesi gereken kuralları da şunlarmış :


- Bloğunuzda ödülle ilgili post hazırlamak. (Size ödülü veren kişiye teşekkür etmek.)


- Postunuzda, bu ödüle uygun bulduğunuz 10 blog arkadaşınızı belirtmek.


- Postunuz'da, ödülün logosunu yayınlamak, (Trendy Treehouse URL linki vererek.)


- Ödülü verdiğiniz 10 blogcuya, aynı kurallarda kendi seçecekleri 10 blogcuya haber vermelerini sağlayacaksınız.



Pek çok blog arkadaşımın aynı ödülü aldığını ve blogunda yayımladığını gördüm. Bu nedenle 10 arkadaşımı seçip ödüllendirmek yerine, bu ödülü blogumu ziyaret eden tüm arkadaşlarıma armağan ediyorum.

17 Haziran 2010 Perşembe

BENİM ÇİRKİN MİNİCİK ZAVALLI KUŞUM



Çanakkale’den geldiğimde bu sürprizle karşılaştım yatak odası balkonunda. Kıyamadım atmaya ve anne güvercini beslemeye başladım.



Minicikti yavru kuşum. Minicik çirkin mi çirkin. Tüysüz savunmasız.





Sapsarı tüyleri koca siyah gagası bana her seferinde anne güvercinin yumurtaları başkasından çalmış olduğunu düşündürse de bunun mümkün olmadığını biliyordum tabii:)

Hayretle zevkle sevinçle izledim, gözlerimin önünde hergün bir başka şekle girmesini büyümesini bu miniğin.



Birgün bir baktım ikinci yumurta yok. Yavru çıkmayacağını anlamıştık ta, yumurtanın kabuğu bile yok ortalarda. Küçük bir parça bile yok. Yedi mi attı mı, nasıl yok etti bilmiyorum. Yermiş, ama hiç parça kalmaz mı ortalıkta, hayret !!!



Tüyleri yavaş yavaş güvercin tüyüne benzemeye başlamıştı.





Artık büyümüştü ya; ben yemini ve suyunu verirken, kocaman kara gagasını birbirine vurarak tak tak sesler çıkarmaya, Kabarıp diklenerek kendince, benden kendisini korumaya bile başlamıştı.

Pazar günü arkadaşlarla dışardaydık. Gece 03 gibi geldik eve. Yeni uyumuş olmalıyım balkondan gelen seslerle sıçradım yerimden. Sanki biri balkon demirlerine vuruyordu. Üçüncü kattayız kim olacak ki… Balkona çıktım uyku sersemi. Gördüğüm manzara korkunçtu…

Benim minicik zavallı kuşum kendisini hain bir saksağandan koruyamamıştı. saatler önce olmuş gibiydi, görüntüye bakılırsa. Ortalıkta anne güvercinden başka kuş ta görünmüyordu. O sesi anne güvercin mi yapmıştı? Ona yardım etmemi mi istemişti? Böyle birşey olabilir mi..?

Balkonun kenarında sabit gözlerle; ben bir taraftan ağlayıp bir taraftan etrafı temizlerken işim bitene kadar kımıldamadan beni izleyen ve sanki koruyamadım yavrumu sen de bana yardım etmedin der gibi bakan anne güvercin ve yavru, gözlerimin önünden gitmiyor…

14 Haziran 2010 Pazartesi

HASAN ÖĞRETMEN ( 4. Bölüm )



Ali kısa bir süre önce almıştı hurdaya dönmüş bu minibüsü.  Köyden sabah erken saatte kasabaya müşteri taşıyor, akşam üzeri  geri dönüyordu. Bu tek sefer bile daha önce binbir zahmetle yapılan kasabayla köy arasındaki ulaşıma çok kolaylık sağlamıştı… Minibüsün içinde köylüler ellerinde yükleri ile yerlerini almış bekliyorlardı.Uzunca bir uğraştan sonra çalıştı minibüs ve  kasabayı köye bağlayan toprak yolda, her çukura girişte pencereler kırıldı kırılacak, koltuklar  yerinden çıktı çıkacak gıcırdayarak sağa sola yalpalayarak başladı köye doğru yolculuğa…

 Ali köydeki en iyi dostuydu Hasan’ın. Köye geldiği ilk günlerde okulun tamirine yardım etmeleri için gençleri toplamış, kendisi de canla başla çalışarak hep birlikte bir harabeyi okul haline getirmişlerdi. Sonraları,"Biz de köyümüze öğretmen geldi diye sevindiydik… Bizim çocuklarımızı amele gibi kullandı…  Bu bizim çocuklarımıza okuma yazma mı öğretecek yani? Bu ne biçim öğretmen böyle..? gibi dedikodular kulağına çalındığında çok üzülmüş, çok kızmıştı. Köyün kahvesine köylüleri toplamış ve ilk geldiğinde, görevini yapabilecek durumda  bir okul olmadığını, okulun tamir işini tek başına yapamayacağına göre elbette onların ve çocuklarının yardım etmesi gerektiğini, kendisine teşekkür etmeleri gerekirken, böyle dedikodu çıkarılmasının onu çok üzdüğünü söylemiş, sonra da köylülerle arasına mesafe koymuştu. Bu olayda Ali ona çok yardımcı olmuştu. Muhtarı da yanına alarak tek tek köylülerle konuşmuşlar ve sonunda  köylüler gelip Hasan’dan özür dilemişlerdi.


Hasan sürücü koltuğunun yanındaki koltukta oturmuş, gözü, önünde uzayıp giden yolda ama  aklı dikkat çekmeden konuya nasıl gireceğindeydi… 


Hafifçe boğazını temizledi, yutkundu ve "Biraz önce sana mektup veren kız..." dedi. Gözü hala yolda, manzarayı kaçırmak istemiyormuş, o değilden laf olsun diye sormuş gibi davranarak…

"Kim..?" dedi Ali. Halime’yi çoktan unutmuştu."Ha! Halime’mi? Babası bizim köylü. Arkadaşı var köyde. Mektubu ona yolluyor.  Hani okulun yanındaki ev… Kardeşi senin öğrencin Selim."


"Gelirken kayıkla geçtim ırmağı. Sen erken gitmişsin kasabaya, yetişemedim." dedi Hasan, sorduğu sorunun ne kadar önemsiz olduğunu kanıtlamak istercesine konuyu değiştirerek… Ama yazmıştı aklına, gönlüne. Halime’ydi adı… Halime… 


Köy çeşmesinin yanındaki meydanda indiler minibüsten. Hasan vedalaştı arkadaşıyla ve tam arkasını dönüp gidecekken tekrar döndü. "Ali! Senin elinde yükün var. Ver bana şu mektubu ben vereyim istersen. Nasıl olsa okulun yanında evleri. Sen bu tarafa yorulma." dedi gözlerini kaçırarak...


"Aman ne iyi olur... Çok yoruldum kasabada."  Zarfı minibüsten alıp Hasan’a uzattı Ali teşekkür ederek…


Heyecanla uzaklaştı Hasan elinde sevdiğinin mektubuyla.  Doğruca okula gidip, evi olarak kullandığı odaya girdi. Özenle açtı mektubu. Bir fotoğraf düştü içinden. Kalbi yerinden çıkacakmış gibi oldu  Halime’nin kendine gülümseyen fotoğrafını görünce. Mektubu Ali'den alırken amacı sadece O'nu biraz tanımak, O'ndan izler taşıyan satırları okuyup, O'nunla ilgili bir fikir edinmekti. Gayet masumane ..! Sonra tekrar kapatıp sahibine ulaştıracaktı. Hiç bir kötü niyeti yoktu..! Gözleri sevdiği kızın gözlerinde, yüreği pır pır, dakikalarca elindeki fotoğrafla kalakaldı olduğu yerde. Bir yanı yapmayı düşündüğü şeyin çirkinliğiyle eziliyor, "hayır" diyordu "yapma! Hiç yakışır mı sana..?" diğer yanı, bir merhabayı esirgeyen bu kıza ulaşmanın yollarını araştırırken, fotoğrafını elde etmenin zaferiyle coşuyordu. Mektubu özenle aynı kat yerlerinden katladı, zarfa koyup tekrar yapıştırdı. Gençliği ve akan deli kanının coşkusu galip gelmişti... Fotoğrafı duvardaki aynanın kenarına iliştirdi her an görebilmek için.


***


Halime’nin abileri ve babası çok karşı çıktı bu evliliğe ama iki gönüle aynı sevda ateşi düşmüştü bir kez. Gözlerle sözleşmiş, gözlerle and içmişlerdi birbirlerinin olmaya. Zordu ayırmak onları...


***


Birgün aldı annesini karşısına Halime “Bak Anne” dedi  “konuş babamlarla. Olacak bu iş. Yoksa intihar ederim… Atarım kendimi balkondan aşağıya”  “Hangi balkondan atacaksın kız..?” dedi annesi önce şaşkın şaşkın. Sonra bastı kahkahayı, kızının eliyle işaret ettiği beş altı  basamakla bahçeye inilen balkonu gösterdiği görünce. 


Yıllar sonra gülerek anlatmıştı Halime bu konuşmayı torunlarına “Ne yapayım baktım nuh diyorlar peygamber demiyorlar, kimbilir okuduğum hangi romandan aklımda kaldıysa - ki eline geçen her kitabı okurdu Halime çocukluğundan beri - balkondan atlayarak intihar etmek.  Bizim oralarda da yok ki öyle yüksek bir yer.  Deyiverdim işte...”  Aile arasında yıllarca şaka konusu olmuştu bu olay. Torunları Anneannelerini her canı sıkkın, sinirli gördüklerinde “Ne o Anneanne balkondan atlayacakmış gibisin” diye takılırlardı yaşlı kadına.


***


Sonunda evlendi iki sevdalı genç. Bir sandık dolusu çeyiz ve birkaç parça eşyayla. İçini sevgiyle donatıp, mutlulukla doldurdukları minicik bir ev kurdular kendilerine…


DEVAMI  VAR



n y tartaç

10 Haziran 2010 Perşembe

HASAN ÖĞRETMEN ( 3. Bölüm )



Makbule balkonun köşesine gitti, boynunu uzatıp yarı beline kadar  sarktı. Yüksek avlu duvarından dışarıyı, sokağı görebilmek istiyordu. “Kız valla gelmiş seninki gene.” Perihan, arkadaşının tepkisini çözebilmek için yüzüne baktı dikkatle. Kıkırdayarak “ kız duydun mu gelmiş gene.”  dedi Halime’ye. Hiç umurunda değilmiş gibi omuzlarını silkti Halime ve arkasını dönüp Meryem Abla’nın yanına gitti.
“Kimi kandırıyorsa..?” diye söylendi iki kız arkasından.“Sanki kıpkırmızı olduğunu görmüyoruz O'ndan bahsedince.”

***


Neredeyse doğduklarından beri tanıyordu üç arkadaş birbirlerini.  Üçü de aynı mahallede oturan komşu kızlarıydılar. Beraber büyümüş, beraber okula gitmişlerdi. Okulu bitirince de kasabanın öteki ucunda oturan Meryem Abla’ya dikiş nakış öğrenmek için yine birlikte geliyorlardı her gün. Kimin ne düşündüğünü duygularını, neyi sevip neden nefret ettiklerini konuşmadan bilirlerdi birbirlerinin. Perihan fettandı. Daldan dala atlardı. Oysa bir kızın bir erkeğe bakmasının bile namus meselesi sayıldığı, herkesin sevdasını içinde yaşayıp, kimsenin duygularını açık edemediği, bir kızın bir erkekle sokakta el ele yürümesinin ayıp sayıldığı zamanlardı o yıllar. Hele o küçük kasabada. Ama Perihan gözünü budaktan sakınmadan kimi aklına koymuş, kimi sevmişse dolu dizgin yaşıyordu duygularını. İki arkadaş bıkmışlardı artık, her defasında onu idare etmekten, onun yüzünden ailelerine  yalan söylemekten. Makbule ise, nişanlanmış çeyiz hazırlama derdindeydi. Nişanlısıyla kaçamak bir iki saat geçirebilmişse bu O'nun için dünyanın en büyük saadetiydi. Ki, yine o yıllarda, özellikle bu küçük, tutucu Orta Anadolu kasabasında kızlar nişanlılarıyla bile istedikleri gibi gezip tozamazlardı. Anne, babayı ve abileri idare eder de, kız evleneceği erkekle kısa süreli de olsa zaman geçirebilirse bu, o kız için çok büyük şans demekti. Halime akıl hocalarıydı. Hiç erkek arkadaşı olmamış, bir erkeğin yüzüne gözlerini kaçırmadan hiç bakmamıştı. Her konuda aşağı yukarı bir fikri olan hoş bir kızdı. Perihan’ı sürekli dizginlemek daha çok O'na düşüyordu.

“Nasıl yaparsın? Her gün çamaşır değiştirir gibi sevgili değiştiriyorsun. Bir gün karıştırıp ikisine de aynı anda randevu vereceksin. Oğlanlar senin yüzünden kapışacaklar, göreceksin o zaman bu pervasızlığının cezasını. Ailen duyacak her şeyi.  Kapı dışarı çıkarmazlar bir daha seni biliyorsun.
 “Amann sen de” diye omuz silkerdi her defasında kahkaha atarak Perihan.

***

Hasan evin karşısındaki çınar ağacına yaslanmış, gözlerini çift kanatlı, büyük demir avlu kapısına dikmiş bekliyordu yine heyecanla. Her hafta sonu yaptığı gibi. Halime’yi daha kasabaya  ilk geldiği gün, köye nasıl gideceğini araştırırken, arkadaşlarıyla bu kapıdan çıkarken görmüştü. O anda da, bal rengi gözleri, düz kumral saçları, kendine has mağrur edasıyla beynine, yüreğine kazınmıştı Halime’nin hayali. Kız onunla ilgilenmiş görünmüyordu ama Hasan ilgi duyduğu bir genç kızın kendisini geri çevirmesine alışık değildi. Çok güveniyordu bu konuda  kendisine. Yakışıklı, ağzı iyi laf yapan bir delikanlıydı.

Kız, “dolaşma peşimde istemiyorum…”  derken hafifçe gülümsemiş miydi..? Yoksa o na mı öyle gelmişti? Yok yok emindi. Gülmüştü işte. Hem, kapıdan çıkarken de bakmıştı ona. Hemen başını çevirmişti hiç umursamıyormuş gibi ama bakmıştı…  O'da hoşlanmış, naz yapıyordu. Emindi bundan.

Arkadaşları Halime’yi sıkıştırmaya başladılar delikanlı uzaklaştıktan sonra “Ne yakışıklı çocuk…  Sen de beğeniyorsun bu çok belli…  Neden öyle davrandın..?”

“Salaksın sen salak. Beğenmediysen açıkça söyle kızım, benim çok hoşuma gitti. Ona göre yani…”  dedi Perihan, yine kahkaha atarak.

“Utanmıyorsun değil mi?  Sıraya dizdin çocukları, bir bu eksik.  Gözünü toprak doyursun” 
 “Hah!  Anlamıştım işte. Hoşuna gidiyor bu çocuk. Hem de çok...” 
İki kız, kahkahalarla güldüler yine.  Halime’nin, hem arkadaşlarına alay konusu olmaktan, hem de duygularının anlaşılmış olmasından yüzü kıpkırmızı oldu …  
Öfkeli bir ses tonuyla,“benim köye mektup göndermem gerek. Ben gidiyorum.” diyerek hızla ayrıldı onların yanından...


Kasabanın meydanında köyün tek minibüsü  hareket etmeye hazır homurtulara başlamıştı bile. Yetişmek için koştu Halime 
 “Ali Abiii!” diye seslenerek. Sürücü camdan başını uzattı sesin geldiği yöne doğru… Genç kız köydeki arkadaşına ulaştırılması için mektubu uzatırken, minibüsün içindeki Hasan’la göz göze geldiler…


DEVAMI  VAR



n y tartaç

9 Haziran 2010 Çarşamba

HASAN ÖĞRETMEN ( 2. Bölüm )

 

At arabasının yaşlı sürücüsü alnından süzülen ve yüzündeki derin kıvrımlardan yol bulup akan terleri sildi elinin tersiyle. Son bir kez daha asıldı dizginlere. Elindeki kırbacı şaklattı havada “Dehaa” diye bağırarak. Atlar adamın sesinden mi, havada yankılanan kırbaç sesinden mi ürkmüşlerdi bilinmez... Hızla atıldılar ileri doğru. Aynı dizginle bağlı olduklarından habersiz birbirleriyle yarışarak, hırlaya hırlaya koşturmaya başladılar. Hasan arkada daha bir sıkı yapıştı tahta bavuluna ve at arabasının tahta korkuluklarına…

***


Muhtarın okul diye gösterdiği kerpiç binanın içinde ne sıra, ne kara tahta, ne de burasının okul olduğunu düşündürecek herhangi bir şey vardı. Bırakın sırayı, tahtayı, yıkık dökük bu harabenin bir kapısı bile yoktu… Büyük bir hayal kırıklığı yaşıyordu Hasan öğretmen, büyük umutlarla geldiği bu yabancı köyde…

Dilekçeler yazdı ilgili makamlara durumu anlatan. Okullar açılmak üzereydi ve henüz olumlu hiçbir cevap alamamıştı. Sonunda iş başa düştü. Muhtara köydeki gençleri toplayıp okula getirmesini söyledi. Köy enstitüsü mevzunu olduğu için elinden her iş geliyordu Allah'tan. Kolları sıvadı. Önce ahırı andıran bu kerpiç yapıyı onardı... Zeminini toprak ve saman karışımından hazırladığı çamurla sıvadı ve duvarları bembeyaz kireç boyayla badana yaptı köy delikanlılarının da yardımıyla. Sonra okulun etrafını taş bir duvarla çevirdiler. Kasabaya giderek eşyaları yenilenen bir okulun kırık dökük masa ve sıralarını at arabasına yükledi köye getirdi. Önce getirdiklerini bir güzel tamir edip cilaladı. Bir odayı, kara tahtası, sıraları, öğretmen masası, masanın tam arkasında duvara astığı kocaman Atatürk resmiyle sınıf haline getirdi. İkinci odayı masa - sandalye ve tam karşı duvara ansiklopedi ve kitaplarla doldurmaya çalıştığı bir kitaplık yerleştirerek kendisi için müdür odası yaptı. Okulun hem tek öğretmeni hem müdürüydü artık.  Birinci sınıftan beşinci sınıfa kadar bütün öğrencilere aynı sınıfta ders verecekti. 

***


Hasan üçüncü odasını da evi olarak kullandığı okuldan, kasabaya gitmek için özenle hazırlanarak çıktı. Çeşmenin başında su doldurmak için bekleşen kızların hayranlık dolu kaçamak bakışlarını, kıkırdaşarak kendisiyle ilgili konuştuklarını duymamış, onları hiç görmemişçesine kendinden emin, köy çeşmesinin önündeki su birikintisini taşlara basa basa sekerek geçerken, dudağının kenarında çapkın bir gülümseme belirdi. Gördüğü ilgiden oldukça memnundu... 


Herhangi bir araç bulmaktan umudunu kesince köyün çıkışına kadar yürüyüp, Kızılırmak’ı kayıkla geçmiş, sonrasında da  kasabaya kadar da yürümeye karar vermişti. Yazın bu son günlerinde hava oldukça sıcak ve bunaltıcıydı ama Hasan’ın umurunda bile değildi. O mutluydu. Ve biraz da heyecanlı…   Ellerini cebine soktu keyifle. Ayağının ucuyla bir taş fırlattı toprak yolun tozunu savurtarak…  Memleketinin yaylalarından  yanık bir türkü düştü diline…


DEVAMI  VAR



nurten y tartaç

3 Haziran 2010 Perşembe

HASAN ÖĞRETMEN ( 1. Bölüm )



Ortasında tek tük ağaçların olduğu sararmış tarlaların arasından, kıvrım kıvrım uzayıp giden toprak köy yolunda çukurlara girip çıktıkça,  tahta tekerlekleri takur tukur sesler çıkararak  ilerliyordu at arabası. Yazın bu son günlerinde güneş tepede olabildiğince yakıcı parlıyordu. Arabayı çeken yorgun at, boynuna takılı saman torbasını arada bir savurtturarak homurdana homurdana yemini yiyordu, bezgince ilerlerken. Hasan, at arabasının arkasına oturup bacaklarını aşağı sarkıtmış, saman balyalarına sırtını dayamış, koltuğunun altında küçük tahta bavulu, kendi memleketine hiç benzemeyen bu çorak manzarayı seyre dalmıştı. İlk göreve başlamanın heyacanıyla biraz tedirgindi. Daha on yaşında yatılı öğretmen okulunda okumak için ayrılmıştı köyünden. Okulunu bitirip de bu Orta Anadolu köyüne tayini çıkana kadar da kendi memleketi ve okulu dışında hiçbir yer görmemişti.

Oğul sen okuyacaksın demişti yaşlı anacığı. Kurtar kendini. Sekiz çocuğunun en küçüğü tekne kazıntısı oğlunun kıymeti ve sevgisi başkaydı kadının gözünde. Şalvarının cebinden çıkardığı birkaç kuruş bozukluğu sıkıştırmıştı  avucuna yol parası etsin diye. O kadar. Sadece yol parası ve elindeki küçük torbada üç beş çamaşırı, düşmüştü yollara Hasan küçücük yaşında…


Anacığı, oğlunu nasıl gururla yolcu etmişse okuması için, aynı gururla karşıladı okulunu bitirip döndüğünde. Daha hasretine doyamadan da bilmediği bir memlekete, yeni hayatına doğru yolcu ediyordu, arkasından bakraçla su dökerek…


***


Ortasında tek bir ağacın olduğu koskoca  çıplak araziye takıldı gözü hayretle. Şimdiden özlemle burnunda tütüyordu yemyeşil ormanlarla kaplı memleketi. Anacığının, ayrılırken gözlerinden ayıramadığı gözleri ve göz pınarlarında parıldayan akıtamadığı yaşları düştü aklına. İçi titredi... Ağlamak istedi. Koca adamdı artık, olmazdı. Yutkundu… Omuzlarını kaldırdı daha bir dik, vakurla yaslandı saman balyalarına…


  Üstünde ağabeylerinin verdiği parayla aldığı takım elbisesi ve  başında sekiz köşeli kasketi vardı… Denemek için bu yeni ve ilk takım elbisesini giydiğinde, kırık, sırları dökülmüş, kim bilir ne zamandan beri aynı yerde asılı duran aynadaki görüntüsünü pek yakışıklı bulmuştu anacığı… 

Kasketini çıkarıp alnında biriken teri sildi cebinden çıkardığı kumaş mendiliyle ve tekrar özenle katlayıp cebine yerleştirdi. Kasketini elinde evirdi çevirdi, elinin tersiyle tozunu çırptı, tahta bavulunun üstüne koydu.  İyice sıcak bastırınca ceketini de çıkardı istemeye istemeye.  Ceketiyle girmek isterdi köye. Resmi, önemli bir hava veriyordu ne de olsa… Onu da tersini çevirerek katladı, kasketin yanına koydu.

“Geldik köye öğretmen oğlum” dedi güneşten kavrulmuş yüzü derin çizgilerle dolu at arabasının sürücüsü yaşlı adam, eliyle ilerde tek tük görünmeye başlayan kerpiç evleri göstererek…



DEVAMI  VAR



nurten y tartaç